Sayfalar

27 Kasım 2010 Cumartesi

Kervansaray cumbasından Çeşme'ye bakmak



Gelelim kısacık Çeşme gezimize...Kısa oldu, çünkü kırk yılda bir görülen 9 günlük bayram tatiline hem aile büyüklerini ziyaret etme, hem ders çalışma, hem de dinlenmeyi sığdırmak istedik. Sadece ailelerimizi görüp ders çalışmaya fırsat bulamadan 9 günlük bayram tatilinin dinlenme ve gezme bölümü için kendimizi Çeşme'ye attık!

Havaalanından Çeşme'ye ulaşır ulaşmaz sonbaharda olmamıza rağmen bizi sıcacık bir hava ve muhteşem bir deniz karşıladı. Birbirimize dönüp söylediğimiz ilk şey "Buraya daha önce niye gelmedik?" oldu. Sonradan Çeşme'nin sembollerinden olduğunu öğrendiğimiz Kumrucu Şevki'de kumru, menemen ve deniz kokusu eşliğinde kahvaltımızı yaptık. O andan sonra Şevki'nin kumru ve yengenleri bizde öyle bir bağımlılık yaptı ki son gecemizde bile uyumak üzereyken kendimizi tutamayıp kalkıp Şevki'nin yolunu tuttuk.

Kanuni Kervansaray Butik Otel'e giriş yaptığımızda ise buranın gerçekten tahmin ettiğimiz kadar ilginç ve sıcak bir havasının olduğunu gördük. 1528 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle yaptırılan Çeşme Kervansarayı yakın bir zamanda aslına uygun olarak restore edilmiş ve 29 odalı şirin bir otel olarak hizmete sunulmuş.
(Merak edenler için :http://www.cesmekervansaray.com/)

Avludaki havuzun soğuk havalarda üzerinin cam platform ile kapatılarak kullanılması restaurantın hoşluğuna hoşluk katmış.Kubbe taş tavanı ve minik cumbasıyla dinlenmek ve huzur depolamak için bire bir olan şirin odamıza yerleştik.Çeşme Kalesi'yle yan yana olduğumuzu, denize kuşbaşı bakmak için otelin terasına çıktığımızda farketmemiz enteresandı :) Sokak aralarında gezerken sade ama renkli ve temiz Çeşme evlerini çok beğendik.Çarşı'da İzmir'in en iyi lokantası olduğunu iddia eden İmren Lokantası'na, sahildeki çupracılara ve tabi ki bütün kitapçılara uğramadan edemezdik ! Ne de olsa gittiğimiz heryerden alınmış birer kitabımız olmalı :) Çarşı boyunca "Sakızlı dondurma, sakızlı muhallebi, sakızlı Türk kahvesi" ilanları iştahlarımızı kabarttı ve kahveyi çok seven bünyem damla sakızlı Türk kahvesi almadan edemedi :) Tabi ki akşam, soluğu yine Kumrucu Şevki'de aldık fakat bu kez kumruların ardından sahlep içmeyi ihmal etmedik.


Çeşme'den dönmeden önce uzun zamandır yemediğim domates tadında "gerçek bir domates"le yapılmış leziz bir salata yiyebilmek beni mutlu eden en güzel şeylerden biriydi.O kadar ki  ayrılmak üzere servise binmeden önce dayanamayıp koşa koşa Çeşme pazarına gidip birkaç kilogram domates aldım ve onları havaalanındaki kontrollerden geçirerek el bagajı olarak uçağa aldırdım :) Domateslerime birşey olmasın diye sürekli kontrol etmem sonucu eşimin beni "Pazar alışverişinden dönen tonton teyzelere" benzetmesi de pek şaşırtıcı olmadı!

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ruhlarımızı dinlendirmek

Bayramın son 2 gününü biraz gezmek,eğlenmek, biraz deniz havası almak ve en önemlisi bolca ruhumuzu dinlendirmek için Çeşme'de geçirdik. (Çeşme konusuna ayrıca değineceğim!) Bu arada "Nedir bu ruhu dinlendirmek? Yeni moda bir tabir mi?" dediğinizi duyar gibi oldum.Bilenler bilir, anlatılır. Ben de üniversite sınavlarına hazırlandığım dönemde Sunay Akın'ın radyo programlarını dinlerken duymuştum, burada da yeri gelmişken paylaşmak isterim :

Meksika'da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen bir grup Avrupalı arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesinde bulunan tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar ve sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar.

Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, "Hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik? " Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki;

"Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..."


Aynen öyle! "Ruh" kavramı hayal ürünü bir kelime değil. Bizi "biz" yapan, bizi "insan" kılan ruhlarımız. "Ruh" kavramı sadece belli dinlerin, belli inanç sistemlerinin veya sadece sanatın konusu olmakla kalsa "Ruhbilimi" adı verilen bir bilim dalı olmazdı heralde.Türk Dil Kurumu 'nun Genel Türkçe Sözlük'te "bilim" kavramına getirdiği açıklama; "Evrenin bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi" dir.Evet, ruh bilimi gerçekliğe dayanır.Öyleyse "Ruh" kavramı gerçektir.Bedenlerimize hayat veren, hayatlarımıza anlam katan ruhlarımızı görmezden gelmek kendimize yaptığımız bir haksızlık değil mi? Günlük işlerimizle uğraşırken ruhlarımızı o kadar yoruyor, o kadar zorluyoruz ki yaptığımız işlerde ne kadar başarılı olursak olalım, elde ettiğimizde mutlu olacağımızı umduğumuz maddeleri elde edersek edelim hep içimizde "Birşeyler eksik, ama ne?" duygusu baki kalıyor. Tyler Durden'in dediği gibi :"Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur." İstediğimiz: Hiçbir zaman kusursuz olmamak. Ve yine dediği gibi: "Kurtar beni Tanrım, kusursuz ve tamamlanmış olmaktan kurtar!" Hergün ama hergün birşeyleri tamamlalamaya çalışırken aslında birşeylerin eksildiğini göremiyoruz.

Bazen tüm zamanımızı ve enerjimizi o eksiği bulabilmek için harcıyoruz.Evet, sabah veya akşam kalkıyoruz, işe/okula gidiyoruz.Eve dönüp ruhumuzun hızını yavaşlatana kadar (dikkatinizi çekerim "dinlendirene kadar" demedim) binlerce görev tamamlıyor, bunlar için binlerce engel aşmak zorunda kalıyoruz.Sabah işe yetişebilmek için planlanan saatte uyanmak, otobüsü-servisi kaçırmamak, trafik her daim yoğun olduğu için ekstra yoğun olmamasını dilemek, yöneticimizin,patronumuzun kendi görevlerini tamamlayabilmek için bize verdiği görevleri bitirmek, telefonlara, e-postalara cevap vermek, toplantılara katılmak, raporlar hazırlamak, plansız ziyaretçilerle ilgilenmek, hep mutlu görünmeye çalışmak (gerçekten işinde mutlu olanlar kızmasın-ben de mutluyum ama zaman baskısı strese neden olan en büyük şey!), sürekli öncelikleri sıralamak, tercihler yapmak, küçük büyük kararlar vermek, kararlar vermek... Sonra koşarcasına işten çıkıp dönüş eve dönüş yoluna koyulma, akşam ne yeneceğiyle ilgili düşünceler, planlar...Zaman kalırsa (bana kalmıyor!) dışarda birşeyler yapma veya eve gidip tv izleme, internette zaman geçirip başkalarının hayatlarını gözlemleme düşünceleri... Henüz bugünü sonlandırmadan ertesi günün sancıları, endişeleri... Bu koşturmaca içinde bedenimizi dinlendirmeye yeterince zaman bulamıyorken ruhumuzu dinlendirmeye zaman bulabilmek olanaksız gibi görünüyor.

Ruhlarımız herşeye rağmen bedenlerimize gerçek anlamda can vermek ve yaşamlarımızı anlamlandırmak için bizi bekliyorlar.Yapmamız gerekense çok basit; dönüp arkamıza bakmak ve koşup ruhumuzu kucaklamak!

30 Ekim 2010 Cumartesi

Peki ama nasıl?

Sizde olur mu bilmem ama benim bazen yaşadıklarımı bir şiire bir öyküye benzettiğim, bir mısrayla bir roman okumuş kadar olduğum olur! Sevgili candostumla kahkahalarla başlayıp kahkalarla biten bir telefon sohbetinin ardından hissettiklerim de bu şiirin hissettirdikleri gibi  :  

ÇOK GÜZEL ŞEY

Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
Dostuna güveniyorsan
İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu.

Melih Cevdet ANDAY

29 Ekim 2010 Cuma

Şehrin Perdesi Açıldı

Sonbaharda ne mi yapılır? Çalışmak, okula gitmek veya evle ilgilenmek dışında zamanınız kalıyorsa, hele bir de İstanbul'da yaşıyorsunuz yapacak o kadar çok şey var ki ! Tabi İstanbul'da yaşamak dendiğinde "Trafik" faktörünü de unutmamak gerekir.Zamanınız bolsa bile İstanbul trafiği bazen günün yarısını farketmeden geçirmenize sebep olabilir.

Hava soğuksa ve evdeyseniz güzel bir çay demler, kitap okursunuz.En yakın arkadaşınız fiziken de "yakınlardaysa" koşar gelir belki, derin-psikolojik, dedikodu-lojik sohbetlere dalarsınız :) İzlenecek filmler varsa zevkle izler, belki farketmeden internet başında saatlerinizi geçirirsiniz. Ama tiyatroseverseniz ekim ayına geldiğinizde şehrin perdeleri açılır ve siz o ışıklı, canlı, heyecanlı dünyanın bir parçası olmak için sabırsızlanırsınız. İstanbul Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları bu dönemde programlarını duyurur ve sahne ışıklarını yakar! Siz haftasonu planlarınızı yapar, güzel bir oyun seçer ve 3 saatliğine de olsa bambaşka bir dünyaya yol almanın heyecanını yaşarsınız. Tiyatro oyunu izlemek sinemada film izlemek gibi değildir. Film izlemek de çok güzeldir, o ayrı :) Tiyatroda oyuncunun nefes alışını, heyecanını, dilinin sürçmesini, seyirciye oyununu ve rolünü beğendirmek için çabalayışını, o fedakarlığı gördüğünüzde siz de oyuncuyla birlikte heyecanlanır, aynı atmosferde nefes almanın gururunu yaşarsınız. Günler, aylar sürer bir tiyatro oyununun ruhunuzda bıraktığı tadın etkisi...

Lüküs Hayat'ın 50. yılında, bu yılın şubat ayında Kağıthane Sadabad Sahnesi'nde oyunu izlerken Zihni Göktay'ın meşhur Lüküs Hayat şarkısını söylerken sesinin kısılması ve şarkıyı tamamlamak için defalarca uğraşmasına rağmen kesmek zorunda kalması ve bunun için seyircilerden nazikçe af dilemesi beni çok etkilemişti. "Kusura bakmayın,çok hastayım. 39,5 derece ateşim var ama oyunu erteletmek istemedim.Söz veriyorum bir kez daha gelin, daha güzel bir sesle söyleyeceğim!" demişti. Ardından salondaki alkış sesi müthişti ve herkes hep bir ağızdan "Lüküs Hayat" ı söylemeye başlamıştı.Büyük ustaya daha yüzlerce seyirciye bu güzel eseri izleme zevki yaşatabilmesi için uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. Oyuncu adaylarına ve diğer oyunculara da örnek olmasını da umuyorum tabi ki...

İlgilenenler için İstanbul Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatrolarının güncel programlarına ulaşabilecekleri linkleri burada paylaşıyorum.

Şimdiden iyi seyirler, mutlu sonbaharlar...