Sayfalar

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Taşköprü Yolunda

Bu yıl Bora'nın uzun memleket tatili sebebiyle ne çok gidip geldik Taşköprü'ye... Son kez Taşköprü yoluna çıkıyoruz bu gece. Dönüşte minik, baldan tatlı Bora'mız da bizimle olacak :) Bize dua edin...
Şimdiden Zafer Bayramımız kutlu olsun! Herkese selamlar...

26 Ağustos 2012 Pazar

Dubrovnik Gezisi (Devam...)

Dubrovnik'teki ilk günümüzde karşımıza çıkan bu güzel kız ve güzel papağanlar birlikte rengarenk bir tablo gibiydi. Yemeğin ardından gezmeye devam ederken onları fotoğraflamadan geçemedim. Evet, geç de olsa kaldığım yerden Dubrovnik'i anlatmaya devam ediyorum. (Dubrovnik'in tarihi ile ilgili ve burdaki ilk günümüzle ilgili önceki yazıma burdan ulaşabilirsiniz : Dünyada Cenneti Görmeyi Hayal Edenler )
Tur ekibi ve rehberimizle sözleştiğimiz saatte buluşup otelimize doğru yol alıyoruz. Otele varır varmaz ilk yaptığımız şey denize koşmak oluyor! Denize otelin uzun basamaklarından karşıdaki harika manzarayı izleyerek inmek çok zevkliydi.Plaj oldukça çakıllı ama Adriyatik'in suları gerçekten bambaşka!

 Buraya gelmeden önce deniz ayakkabısı almak çok iyi olurdu diye düşünüyoruz. Ama her zamanki gibi "Olsun..." deyip anın tadını çıkarmaya bakıyoruz :) Siz gidecekeniz bunu göz önünde bulundurun derim ben...Çok iyi yüzemesem de ben "denizci"yim eşim ise "havuz" taraftarı.Biraz denize girip epeyce de güneşlendikten sonra (Hatta ben güneşlenirken uyumuşum bile:) ) havuza geçmeye karar veriyoruz. Havuz sonrası akşam yemeği için plajda "Fisherman's Night" olduğunu öğrenip denize karşı hatta denizle iç içe romantik bir yemek yeme fikriyle mutlu oluyoruz!
Şu günbatımına bakar mısınız?Harika, değil mi?Akşam yemeği için plaja indiğimizde işte bu manzara ve hoş bir müzik bizi karşılıyor.
Gerçekten de masamız plajda, dalgalarla yan yana! Mumumuz da yakılmış, bu kadar romantizm fazla! :)
Hırvatların kendilerine özgü hoş müzikleri eşliğinde yemeğimizi yiyoruz. Herşey o kadar güzeldi ki o anlarda üç yıl önceki balayı tatilimizi bolca andık :)
Ertesi gün tatile uyanmanın verdiği enerjiyle uyandık ve güne önce yine bir gezintiyle başlayıp sonra yüzmeye geliriz dedik.İtiraf ediyorum; sevgili eşimi çok ama çooook yordum! Kitaplar,kremler,fotoğraf makinesi ve benim meşhur paletlerimi içeren koca plaj çantamı kilometrelerce taşıyan eşim ben Heidi misali seke seke dolaşırken epey ter döktü! "Yeter artık dönelim!"diyen eşime "Biraz daha, biraz daha..." diyerek cadde cadde dolaşmaktan bıkmadım. (Yürğmekten asla yorulmayacağımı bilen canım Hatice'ciğime burdan selam ediyorum!) Gezerken fotoğrafladığımız yerleri ekliyorum.
Bu şirin ilan tasarımını çok ama çok beğendim :)
Burası da rehberimizin tavsiyesiyle gitmeye karar verdiğimiz gizli bahçe, gizli koy gibi biryer. Babin Kuk koyuna 2-3 km uzaklıkta olan buraya tabi ki yine yürüyerek geldik! Deniz burada da harika...
Denize paralel uzanan bu ağaçlıklı, romantik yolda yürümeye devam ediyoruz ama yol bitecek gibi değil! Biz de ara ara durup fotoğraf çektiriyoruz, napalım başka yapacak birşey yok! :)
Bu manzara bu bakış açısından sizlere tanıdık gelebilir. Ertesi gün Karadağ turu için yola çıktığımızda bu açıdan yakalamışken burayı da çekmeden edemedim. Bir sonraki postta Karadağ'da neler yaptığımızı anlatacağım. Daha fazla gecikirsem kusura bakmayın.
Herkese selamlar...


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Ağakapısı & Süleymaniye & Caferağa Medresesi

"öyle bir yerdedir ki ulaşabilmek için arnavut kaldırımlı bakımsız sokaklardan yürümeniz, virane evlerin önünden, kağıt toplayan çocukların arasından geçmeniz gerekir. burası eski bir kapının ardındadır, içeri girdiğinizde istanbulu giyinmiş süslenmiş sizi beklerken bulursunuz. içindeki zıtlıklarla sizi bir kere daha şaşırtmayı başarmıştır.

bu yönüyle istanbulu anlatmak istediğiniz birini kolundan tutup götürmeniz gereken yerdir. ya da değildir. götürmeyin, büyüsü kaçmasın.
(escherichia, 02.12.2008 02:11)"

Biryerle ilgili bilgi edinmeye çalışırken ekşisözlük yazarları neler demişler diye mutlaka bakarım.Yukarıdaki entry de buraya gitme isteğimi arttırmaya yetti. Tabi, öneri sevgili eşimden gelmişti bunu atlamamalıyım.Yeni mezunken Süleymaniye civarında bir bankada bir yıl kadar çalışıp etrafta girip çıkmadık yer bırakmayan ben nasıl olmuş da böyle bir yeri atlamışım bilemedim. Üstelik Süleymaniye ve tüm Eminönü'nün Mehmet'le aşkımızın başladığı yerler olması sebebiyle bizim için anlamı büyükken...
İstanbullular bu güzel İstanbul manzarasının aşağı yukarı hangi açıdan görünebileceğini tahmin ederler.Süleymaniye sırtlarından bu harika manzarayı izleyebileceğiniz en özel, en otantik mekanlardan biri Ağa Kapısı. İçeri girdiğinizde farklı bir dünyaya adım attığınızı hemen hissediyorsunuz. Hiç denemediğim ve denemeyi de istemediğim ama kokusu her zaman hoşuma giden birşeydir nargile...Nargile kokuları arasından ilerleyerek kendimize manzarayı en rahat izleyebileceğimiz bir masa seçmeye çalışıyoruz. Ama o da ne? Heryer dolu...Boşmuş gibi görünen masalar bile rezerve edilmiş. Daha çok öğrenci mekanı gibi görünen Ağa Kapısı Cafe'nin cıvıl cıvıl heyecanlı misafirleri heryeri doldurmuşlar.Üst katlara çıkıp kendimize güzel bir masa buluyoruz.
Buraya gelmeden önce meşhur Süleymaniye Kurufasülyecisi'nde yemek yediğimiz için bu sıcak yaz akşamında bize en iyi gelecek şeyleri sipariş ediyoruz : Osmanlı şerbeti ve lohusa şerbeti :) Evet, itiraf ediyorum; doğum sonrası lohusa şerbetine fena alıştım. Aklıma gelmişken evde kalan son çubuk tarçınlarımla bu haftasonu bir şerbet daha yapayım diyorum. Dayanamayıp eşimin Osmanlı Şerbeti'ne de dadanıyorum. O da en az lohusa şerbeti kadar güzel.
Son günlerde dayanılmaz gelen sıcak havalar İstanbul'u terkedip gitmiş sanki.Püfür püfür esen rüzgar eşliğinde bir yandan manzarayı izliyor, bir yandan yan masalarda konuşulanlara kulak verip gülümsüyoruz. Bir türlü içimizden kalkıp gitmek gelmiyor. Gece uzun, Sultanahmet'e doğru yürümeye karar verip "Hadi kalkalım!" diyoruz.
Süleymaniye'den önce Beyazıt Meydanı'na çıkıyor, Sahaflar'ın hala açık olan bir kaç kitapçısına göz ucuyla da olsa bakmadan geçemiyor; Sultanahmet'e doğru ilerliyoruz.Heryer ışıl ışıl...Ramazan coşkusuyla daha bir canlanmış sokaklarda, Sultanahmet Meydanı'nda biraz geziniyor, daha önce belki defalarca geldiğimiz bu yerlerde hala yeni gördüğümüz bazı yerler olmasına şaşırıyoruz. Caferağa Medresesi'ne şöyle bir girip rengarenk dükkanların fotoğrafını çekmeden geçemiyoruz.

Bu güzel İstanbul akşamını anlatan yazımı bitirirken meşhur Süleymaniye kurufasülyecisi'nde yediğimiz acılı kurufasülye ve pilavın fotoğrafını paylaşmadan geçersem yazık olur gibi geldi. Yemek dergisi fotoğrafçısı gibi hissettim bu fotoğrafları çekerken ama iyi ki de çekmişim! Bana kızmayın ama henüz burada kurufasülye yememişseniz hiç yemiş sayılmazsınız söyleyeyim.Ben de en son 6 yıl önce yemiştim ama hala aynı lezzet devam ediyor, bunu anladım.
 Ee giderseniz şimdiden afiyet olsun...
Sevgiler...

9 Ağustos 2012 Perşembe

Ramazan Ayı'nda Bir Çocuğumuzu da SEN Güldürmek İster misin?

LÖSEV, Türkiye genelinde yaklaşık olarak 11.500 lösemili aileye mutluluk kolileri dağıtıyor.

Vakıf, zorlu tedavi sürecinden geçen lösemili ve kanserli çocukların moral kazanmaları için Türkiye’nin dört bir yanında Ramazan’da iftar yemekleri de düzenleyerek yüzlerce aileye ulaşıyor. Eğer sen de bir koli mutluluk armağan etmek istersen farklı paketlerdeki yardım seçeneklerinden en uygununu seçip bu kutsal ayda desteğini gösterebilirsin.

Detaylı bilgi için www.losev.org.tr sitesi veya www.facebook.com/losev0660 Lösev Facebook sayfasını ziyaret edebilirsin. Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile paylaşımlarınla destekleyebilirsin.















Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

5 Ağustos 2012 Pazar

Dünyada Cenneti Görmeyi Hayal Edenler

“Dünyada cenneti görmeyi hayal edenler, mutlaka Dubrovnik’e gitmeli” demiş Nobel ödüllü tiyatro yazarı George Bernard Shaw. Dünyanın heryerinden gezginlerin koşa koşa gittikleri birçok soğuk Avrupa ülkesiyle kıyaslanamayacak güzellikte, tarihin doğayla iç içe olduğu, yaşıyor olmaktan mutlu oldukları her hallerinden belli insanlarla dolu bir şehir burası.
Akdeniz iklimine sahip, bizim son derece romantik bulduğumuz bu şehir size hiç yabancı gelmeyecek.Türkiye'nin kalabalık beş yıldızlı,herşey dahil konseptindeki otellerle dahi kıyaslandığında kalite ve hizmet konusunda onlardan hiç de aşağı kalmayan otelimize ulaştığımızda oranın da telaşlı turist kalabalığından uzak, hem dolu hem sakin havası romantik bir tatilin bizi beklediğini hissettirdi. 
Otelimiz Valamar Lacroma Dubrovnik  Babin Kuk kıyısında harika bir manzaraya sahip konumdaydı. Zaten bütün gün gezeceğimiz için otelde az vakit geçirecektik ama otelimizi gördükten sonra dinlenirken de manzaranın tadını çıkaracak olmak ve otelin güzel plajından Adriyatik'in sularına atlamak harika olacaktı! Sabırsızlandık hem de çok! Ama öncesinde rehberimiz eşliğinde yapacağımız şehir turu bizi bekliyordu.
Boşuna "Adriyatik'in incisi" dememişler.Yıllarca savaşlara direnip UNESCO tarafından restore edilen tarihi yapıları ile yeniden turizm merkezi haline gelen Hırvatistan'ın güneyinde bulunan bu yarımada, insanın içinde kaybolmak isteyeceği berraklıkta sularla çevrili.
Burayı hazır Boramız'ı (Bora Bebek) o da güzel bir Batı Karadeniz (Bkz.Kastamonu-Sinop) havası alsın diye 4 günlüğüne anneanneye emanet etmişken hem kültür hem deniz-güneş tatili yapmak için özellikle seçtik.Malum zamanımız çok değerli! Uzun süreli, şöyle doya doya gezeceğimiz Bora ile gidilecek yerler listesini şimdiden oluşturmaya başladık.Sevgili oğlumuzun üst üste geçirdiği zatürre ve bronşiolit hastalıkları malesef bizi onunla uzaklara gitmeye korkutur oldu! Büyüdükçe, onun koca bir erkek olduğunu gördükçe Bora'lı gezmeler konusunda hayal gücümüz de gelişiyor :)
Evet, ne diyordum? Çilekeş rehberimiz bizi Old Town gezisi için kale kapısında beklemekten ağaç olmadan önce tüm grup hazır olmalıydık. Grubumuzun çoğunluğunu yeni evli olduklarını tahmin ettiğimiz genç çiftler oluşturuyordu.Kendimizin de (3 yıllık evli ve henüz 29 yaşında olduğumuz için genç s sayıyorum!) dahil olduğu bu aktif-dinamik grup içinde bizlerden daha fazla kanı kaynayan bir grup daha vardı! Dört kişilik bir "Altın Kızlar" grubu! Ah neden onlarla bir fotoğraf çekinmedik ki? Şimdi burda sizlerle ne güzel paylaşırdım. (Tabi önce izinlerini almak kaydıyla...) Ortalama yaşlarının 45-50 civarında olduğunu tahmin ettiğimiz ve gerçekten çok sevdiğimiz sevgili Altın Kızlar, ablalarımız bizim neşemize neşe kattılar. Nasıl mı?
Rehberimiz heyecanlı grubumuza gezi öncesi bilgi verirken birden küçük bir çığlık yükseliyor :
"İbrahim Beey, İbrahim Beey! Telefonum çekmiyoor!" (Seslenen Altın Kızlar'dan biri...)
"Telefonlarınızı Türkiye'deyken yurtdışı aramalara açtırmadıysanız telefonunuz çekmeyecektir."
"Aaaa nolcak şimdiiii?"
"Dilerseniz burdan da telefonunuzu açtırmak için operatörünüze faks-email yoluyla başvurabilirsiniz."
Gözlerini kocaman açarak :
"Faks yok, internet yok.Nolcaaak şimdi?"
Bütün grup kıkırdıyor, kaideli kaideli "Nool-caak şim-diiii?" taklitleriyle ilk günkü gezimize başlıyoruz.
*****
Rehberimiz yine anlatıyor :
"Tarihi Şehir gezisi sonrası öğle yemeği için serbest zaman...Ardından tur otobüsümüzle otele dönmek istemeyen misafirlerimiz karşıda gördüğünüz, tabelasında "Babin Kuk" yazan otobüslerle otele geçebilirler.Bunun için sol tarafta gördüğünüz şu kulubelerden otobüs bileti almanız gerekir."
Altın Kızlar soruyor :
"Ne diyerek alacağız, ne diyerek alacağız?"
"Iıııı şey, bilet diyerek alacağız."
"Direkt "Bilet" diyeceğiz yani???"
"Eee tam olarak "Ticket" dememiz gerekir..."
Neyse, Altın Kızlar'a daha sonra tekrar geçiş yaparım. Şimdi kentten bahsetmeye devam ediyorum.Bir üst fotoğrafta şehir surlarına doğru ilerleyen sevgili eşimin başının hizasında, kale kapısının hemen üzerinde şehrin heryerinde gezinirken sizi yukarlardan izlediğini farkedeceğiniz bir çift göz var. Aziz Blaise (Sebasteli Vlas)'e ait bu heykelcikler  şehrin birçok tarihi yapısında yerini almış.4. yüzyılda yaşamış ruhani bir lider ve doktor olan Aziz Blaise (Aziz Vlao da deniyor.) rivayete göre balık kılçığı yüzünden boğulmak üzere olan bir çocuğun hayatını kurtarmış.Böylece tüm hastaların, özellikle boğaz ağrısı çekenlerin koruyucu azizi haline gelmiş.Ölümünden dört yüzyıl sonra bir katedral sahibi rüyasında Aziz Blaise'ı görmüş.Bir Venedik kanyonunun Lokrum Adası'na demirlediğini,su varilleri alıyormuş gibi yaparak saldırıya hazırlandıklarını söylemiş.Bu ilginç rüya üzerine rahip hemen yetkilileri uyararak şehrin kurtarılmasını sağlamış.O tarihten itibaren resmi olarak Aziz Blaise Dubrovnik'in koruyucu azizi ilan edilmiş.
Yukarıdaki fotoğraf sur kapısından girer girmez hemen sol tarafta görebileceğiniz Aziz Francis Manastırı'na ait.Bu manastır Avrupa'nın aralıksız olarak faaliyet gösteren en eski eczanesini de bünyesinde barındırıyor.Sağda gördüğünüz fotoğraf müzeleştirilen ve 1317'de yapılmış olan bu eczanenin kapısına ait.Buranın tam karşısında Muhteşem Onofiro'nun Büyük Çeşmesi bulunuyor. 
Buranın en büyük caddesi olan Stradun Caddesi'nde yürümeye devam ediyoruz.Cadde boyunca sıralanan birbirleriyle uyumlu taş yapıların giriş katlarında çeşitli dükkanlar, bazıları sokağa taşmış cıvıl cıvıl cafeler var.Stradun'un sonundan Loggia Meydanı'na doğru geçerken bizi önce yukarıdaki fotoğraflardan görebileceğiniz saat kulesi karşılıyor.Rehberimiz sarı kürenin ayın o anki durumunu gösterdiğini söylüyor Roma rakamlarından yapılmış bu saat için.
Daha sonra Belediye Binası ve rektörler Sarayı'na doğru yol alıyoruz. O dönemin en yetkili kişisi Rektör imiş.Bir nevi Cumhurbaşkanı diyebiliriz. Görevi süresinde sarayda kalıyor ve bu dönem boyunca sadece işleriyle ilgilenmek amacıyla kimseyle görüşmüyor.Ailesi dahil! Aynı kişinin yeniden göreve gelmesi için aradan mutlaka en az 2 yıl geçmesi gerekiyor. Böylelikle daha fazla kişi Rektörlük görevinde bulunma şansı yakalıyor. Burda amaç insanların hırslarını biraz olsun törpülemekmiş. Tabi herkesin değil, büyük oynayanların :) 
Buradan Liman'a geçiyoruz. Denize dalmak için sabırsızlandığımız her halimizden belli, kıpır kıpırız, yerimizde duramıyoruz. Hava o kadar sıcak ki rehberimizi dinlemekte zorluk çekiyoruz bazen.Allah'tan İstanbul'unki gibi nemli bir havası yok, sadece yakıyor, bunaltmıyor :)(Bu da Pollyannacı kişiliğimden bir örnek...) Rehberimiz anlatadursun ben her taşın-böceğin yanında fotoğraf çektirme arzusuyla eşime şirin pozlar vermeye çalışıyorum :) Liman ziyaretinden sonra hepimize serbest zaman! İşte özgürüz! Yuppppiiiii! Benim gibi plan programdan (bazı şeyler hariç) hoşlanmayan biri için gruba dahil olmak, başkalarıyla hareket etmek, koşup biryerlere gitmemeye çalışmak oldukça zordu!
İlk olarak karşımıza çıkıveren bu şirin pazar yerini ziyaret ediyoruz. Pazarcının biriyle sohbet edip öğle yemeği için bize hangi restaurantları önerebileceğini soruyoruz.Burdaki insanlar gerçekten turistseverler! Herkes güleryüzlü ve yardımsever. Birşey almayacağımızı anlasalar bile bizimle sohbet edip sorularımıza sabırla cevap veriyorlar.Bize tavsiye edilen restaurant'ı bulmak için Dubrovnik'in dar, loş ara sokaklarında yürümeye devam ediyoruz.Ee tabi diğer restaurantları da incelemeden edemiyoruz yürürken :)
Yukarıdaki fotoğraf eşimin çalıştığı şirketin projesini yapmış olduğu oranın en güzel butik otellerinden birine ait. Gitmişken eşim şöyle alıcı bir gözle bakıp incelemeden edemedi :)İçini gezmedik ama The Pucic Palace dışardan da gerçekten güzel görünüyor.
Vee nihayet öğle yemeği molası...Marco Polo küçücük sokak arasında kurulmuş bir restaurant. Çok sevimli bir şef garsonu ve yine sevimli, konuşkan diğer garsonlarıyla bize iyi vakit geçirttiler.Hırvatlar ana yemekten önce peynir servis etmeyi severlermiş. Bu da oranın geleneği işte... Her çeşit peyniri çok seven ve iştahla yiyebilen ben bu duruma çok sevindim tabi ki!!!
Yemek sonrası gezimize devam ederken Roma dondurmacılarına rastladık. Buna da dondurmaya bayılan sevgili eşim çok sevindi! O dondurmasını yiyedursun ben de birbirinden güzel şeyler satan dükkanların vitrinlerini incelemeye koyuluyorum. Ve "Buraya daha önce niye gelmedik?" diye geçiriyorum içimden.